Geçmiş bir zamanı, elinde olanlarla yeniden bir araya getirme işinde, bunu üstlenenin kattığı kurguya gereken kıymeti vermek gerekir. Bazıları, yazarın bunların yüzde yüz gerçek olduğu iddiasında bulunduğu yanılgısına kapılırlar. Oysa gerçekte yaşamış birinden de bahsediliyor olsa; karakter yeniden anlatılırken biraz da başka biri olacaktır. Burada ikinci bir başlıkta aldığım notlar Yourcenar’ın yazdıktan sonra “O günden daha heyecanlı bir gün, o geceden daha aydınlık bir gece anımsayamıyorum.” dediği bölümler hakında aklımda kalanlar ve yeni Hadrianus hakkında.
Dünyanın güzelliğini korumak ve çoğaltmakla kendini sorumlu tutan, insanda ilahi duyguyu uyandırmak için elinden geleni yapan bir imparator Hadrianus. İnce ve kurnaz olamayanların güçsüzlük diyecekleri nezaketinin, gücünün parlatılmış kını olduğunu düşünüyor. İstenilen düzeyde bir şeyler öğretilemeyecek halde ancak birkaç kişinin var olabileceğine, en bilgisizde bile bilinmeyen bir pırıltı olabileceğine inanıyor. Güçlü olmaktansa özgür olmaya önem veriyor. Doyumdan çok aşka kıymet verenin üstünlüğüne inanıyor:
“Aşk konusunda bu tür görüşler insanı gönül çelmeyi meslek edinmeye sürükleyebilir. Büyük bir deha istemeyen böylesine bir meslek benim kişiliğime uymayan dikkat ve stratejiler gerektirir. Kurulan tuzaklar hep aynıdır. Bir sevgiliden ötekine atlamak için iyi bir kandırıcılık tekniği benim için uygun olmayan bir kolaylık ve aldırmazlık gerektirir; bir insanın sevgilisine doymasının olanak dışı olduğunu düşünürüm. Sayı arttıkça sevginin getirdiği zenginliği kesin olarak değerlendirmek, değiştiğini görmek, eksildiğini ya da eksilmediğini izlemek olanak dışıdır.”
Hadrianus ve karısı Sabina birbirlerini gerçekten hiç sevmediler mi bilemeyiz. Hayatındaki kadınların ona kendi dünyalarından açtığı kısmının dar kapılar arasına sıkışmış olduğuna, kendi hayatının da onlarınkine eş düzeyde gizemli olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını da tam olarak bilemeyiz. Kadınca ya da erkekçe düşünmekle övünenlerin, insan olmanın bilincinde olmadıklarını düşündüğünden ve cinsiyet rollerini bırakın, iyi zamanlarda insan olmanın da ötesine ulaşılabileceğine inanıyor. Hayatındaki kadınlarda da bunu arıyor. Süssüz ve yalın olan insan yaratığını görmek istiyor, yakalayamıyor. Oyuncunun sahneye girme anını perde arkasından kollayışı gibi bekliyor; bir iç mırıldanması, bir ani öfke ya da kahkaha, kadınca görünmek zorunda olduklarını düşünmeden yaptıkları herhangi bir şeyleri yakalayabilmek için. Onun orada olduğunu farkettikleri anda doğal olanı bilerek öldürdüklerini düşünüyor. Bir kişi hariç:
“Tanıdığım diğer kadınlardan hem daha ince hem daha sertti; yumuşak ama daha katıydı; ince bedeni bir kamış gibi yuvarlanmıştı. İnsan saçı, bedenin o ipek ve dalgalı parçası her zaman içimi ısıtmıştır ama bizim kadınlarımızın saçları kuleler, labirentler, gemiler, engerek yılanı yuvasıydılar. Onun saçı ise sevdiğim gibi yalındı; üzüm salkımı ya da kuşun açık kanatlarıydı. Yanımda yatarak küçük gururlu kafasını kafama dayar, o akıl almaz dürüstlüğüyle aşklarından söz ederdi. Severken gösterdiği yoğunluk ve tarafsızlığı, zevkten aldığı doğru tadı beğeniyordum. Sayısını aklında tutamadığı düzinelerce aşığı olduğunu biliyordum: Ben, bağlılık beklemeyen geçici birisiydim.”
Yukarıda ayırdığım notlar bu genç kadın hakkında değil. İmparatoriçe Sabina hakkında da değil. Günümüze yüzlü yıllardan kalan heykellerinden bildiğimiz; bir devlet adamı, bir düşünür değil de sadece çok sevilmiş bir insan olduğu için özgünlüğüyle ayrılan biri: Antinous.
Hadrianus, Lykophoroun’un zor bir eserini çalıştıkları sırada tesadüfle karşılaşıyor onunla. Sonradan bu günün, hayatını yalınlaştıran ve aynı zamanda zenginleştiren bir serüvenin başlangıcı olduğunu söylüyor. Bolulu Antinous’u şöyle anlatıyor:
“Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her türlü erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ( sonradan oluşan) ani kuşkularım sabır ve ağırbaşlılıkla onaylanıyordu.”
Antinous, Nil kıyısında, daha yirmi yaşındayken canına kıyıyor. Hadrianus Roma’nın önyargıları, eleştirileri, aşk yerine doyuma düşkün anlayışına aldırmayarak çok uzun süre yas tutuyor.
Onun ölüme çoktandır karar vermiş olduğunu geriye doğru düşündükçe farkediyor. Antinous’un yapılmış heykellerini tarih sırasına koyulduğunda yüzünün zamanla acıklı bir hal alışının ustaların gözünden kaçmamış olduğu görüyor.
“Yaşlanmaya başladığımı duyar duymaz, çökmeye başladığımı hisseder hissetmez, hatta daha da önce öleceğine söz vermiş olmalıydı kendi kendine. Şimdi düşünüyorum da, birçoğumuzun kendi kendimize vermiş olduğumuz ama sonradan tutmadığımız o söz, onun için daha gerilere, Nikomedeia’da kaynağın başındaki karşılaşmaya kadar gidiyordu. Üşengeçliğini, zevkteki hırsını, hüznünü, mutsuzluğunu, her türlü geleceğe karşı tümden umursamazlığını açıklıyordu bu. Ancak bu ayrılışın bir başkaldırı, ya da kendini acındırma olmaması gerekiyordu. Casius Dağı’ndaki yıldırım ona bir yol gösterici olmuştu; ölüm son bir armağan, son bir yardım biçimi ve yapılacak son şey olabilirdi.”
“Çok derinden incinmiş bir yaratık, bağlılığın kanıtını suratıma çarpmıştı; her şeyi yitireceğinden korkan oğlan, beni kendisine sonsuza kadar bağlayacak yolu bulmuştu.”
İnsanın hayattan kendi isteğiyle ayrılmasını hiçbir zaman yanlış bulmamış olan imparator, onun ölümünden sonra da seçtiği bu gidişi bir baş yapıt olarak görüyor. Bu istemediği sonda kendisine suçlar bulmaya devam ederse, onun hayattan ayrılışıyla ortaya koyduğu esere haksızlık etmiş, elleriyle biçimlendirebileceği bir heykel boyutuna indirgemiş olacağına inanıyor. Onun ölümünün onurunu kendisinden almaya hakkı olmadığına karar veriyor. Nil’deki intiharından sonra onun adına , anıtı olacak yere bir şehir kurduruyor (Antinopolis):
“Ona yeniden hayat vermeksizin ve yine ölümüne bir şey eklemeksizin, bir zamanlar var olduğu gerçeğini değiştirmeksizin, zamanın karanlık rahminde henüz doğmamış yüzyılların binlercesi gelip geçecek mezarının üstünden.”
Mısır’a tanrı olacak heykeli için şöyle diyor:
“En duygusuz anlarda bile bu genç varlığın ilahiliğinden kuşku duymamıştım. Yunanistan ve Asya benim gibi ona tapacak, oyunlar oynanacak, danslar edilecek, ayakların dinsel armağanlar sunulacaktı. Ölümün acısına tanık olan Mısır, kendine düşen görevi yapmış olacaktı.“
Dünyaya bırakılan izle varlığın aynı şeymiş gibi sanılmasını, şöhretin sonsuz sözcüğüyle karıştırılmasını yanlış buluyor imparator. Hiçbir şeyin, onun her şeyden ayrı tuttuğu varlığın artık ölmüş olduğu gerçeğini değiştiremiyor oluşuna üzülüyor. Gülümseyişin, sesin, bakışın gitmesinin kabullenilmesi, bedenden hiç bahsedilmemesine rağmen ruh denen bir şeyin devam ettiğine inanılması ona şüpheli geliyor. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmak kişinin ölümünü göz ardı etmek gibi görünüyor ona. Onun ölümünün yasını kendi ölümüne kadar tutuyor:
“Ceset yerine debdebeli bir tanrıyı görmemi istiyorlardı; oysa o tanrıyı yaratan bendim; kendimce inanıyordum ona; yıldızlar düzeyinde ölüm sonrasının en parlak yazgısı bile onun kısa hayatının yerini dolduramazdı; tanrı bile yitirmiş olduğum canlı varlığın yerini alamamıştı.”
“Son yıllarda, kendi ölümümü düşündüğüm zamanlar, kendisini umursamayan ama geminin yolcuları ve yükü için endişe duyan bir kaptan gibi kendi kendime, acı acı bu anının benimle birlikte batacağını düşünmüşümdür; anlarımın derinliklerinde öylesine titizlikle mumyalanmış olan genç yaratık, ikinci kez yok olmaya zorlanıyor gibiydi. Haklı olan o korku kısmen yatıştı; bu zamansız ölümün karşılığını elimden geldiğince alabildim; bir görüntü, bir yansıma, bir yankı, hiç olmazsa, birkaç yüzyıl hayatını sürdürecek. Sonsuzluğa daha fazla şey yapılamaz.”
“Ölümü düşünmek insan nasıl öleceğini öğretmez; ayrılışı da kolaylaştırmaz ama benim aradığım artık kolaylık değil. Sevgili oğlan, öylesine istekli, öylesine arpacı kumrusu gibi, kurban edilmen benim hayatımı değil ama ölümümü zenginleştirdi. Ölümün yaklaşması ikimizin arasında bir tür ortaklığı yeniden kuruyor; çevremdeki canlı yaratıklar, bana bağlı, zaman zaman da sıkıcı uşaklar, artık dünyanın ikimizi ne denli az ilgilendirdiğini hiçbir zaman bilemeyecekler.”