Leonid Andreyev / Kurban


Leonid Andreyev’in Kurban’ı Hazal Yalın çevirisini okuduktan sonra kitabı ilk gördüğüm ve arka kapağından öğrenebildiğim kadarından çok daha iyi olduğunu düşündüm.
İçinde altı farklı hikaye varken arka kapakta sadece ikisinin /kitaba adını veren hikayeye değinilmeden/ anlatılmıştı ve benim asıl sözünü etmek isteyeceklerim kesinlikle bu ikisinden ibaret olmazdı diye düşündüğümden burada kısaca onlardan bahsedeceğim.
Öncelik Kurban’ın olmalı. Kitaba adını veren hikayenin yaşlı, erdemli, incelikli karakteri Elena Dmitriyevna’nın bir portresini iliştirivereceğim buraya o yüzden. Kitabın içinde bir Catherina The Great veya daha fazlası var ve bunu atlamak çok büyük haksızlık olur yazara.
Kurban
Arkasından gelen Dönüş ise hücresindeki bir mahkumun hikayesi. 1916 yılına gidiyor ve St. Petersburg sokaklarında Mariya Nikolayevna’yı arıyorsunuz. Sergey Sergeiç’i çizdiğim resmi de hemen buraya iliştiriyorum:
Dönüş
Diğer hikaye İki Mektup. Kendisinden çok genç ve aşık bir kadından koşarak kaçmadan önce mektup yazan ressam ve yirmi sekiz yıl daha önce doğmuş olmak yerine hemen şimdi orada olmanın sırrına inanan ve anlatan, mektubuyla sarı örgülü saçlı küçük kız olmaktan çıkan cesur bir kadının mektubundan oluşuyor.
İki Mektup
Mutlaka II. Wilhelm’in krallarla alışkın olmayan bir tutsağı etkilemek için onunla sohbet etmek istemesi ve Rus asıllı akademisyenle sohbeti dikkat çekici. Küçük bir köpek yavrusuna Vaiz John denmesi de.. Buna rağmen hiçbiri Çemadanov kadar güzel değil. Egor Egoroviç Çemadonav’un herkesin kaçmak istediği toplama yurduna geri dönmek isteyecek kadar itaatkar olması, yaşadığı zorlukların hemen hepsini çok sıradan kabul etmesi; Sibirya, Rusya, Gürcistan, Afrika, İtalya ve Fransa’daki seyahatleri, çilli yüzü ve üç köpek yavrusu karşılığı aldığı ve başına gelen onca şeye rağmen gözü gibi koruyup tertemiz tuttuğu kolalı beyaz yakası o kadar güzel ki..
Çemadanov
Şöyle bitiyor:
“Çemadanov’u böyle astılar. Ve hayatta ne bir dostu, ne akrabası olmadığından kayda değer bir başarısı da bulunmadığından, onunla ilgili bütün anılar ölümüyle birlikte kayboldu, sanki hiç yeryüzünde yaşamamış gibi.
Artık yeryüzünde Çemadanov diye biri yoktu, sadece, trajik kavgalara hazır hükümdarlar ve zamane kahramanları vardı.
Hükümdarlar ve kahramanlar!”

Banu Pluie Posted in Apokalipya, BibliyAtopya, KreAtopya, PlAtopya, Quanta | No Comments »




Hadrian’usun Anıları


Adını Kuzey İtalya’da, Adriyatik Kıyısı’nda bir şehir olan Hadria’dan alan, Pantheon’un bugüne kalan mükemmel kubbesini tasarlattıran, İngiltere’de sınırları güçlendirmek için hala bazı kısımları ayakta olan Vallum Aelium‘u yaptıran, Edirne’ye adını veren, Yunan estetik anlayışına aşık olan (bu yüzden ona Graeculus – Küçük Yunandeniyor), Roma’ya sakalı miras bırakan, külleri Castel sant’Angelo’da saklı imparator Hadrianus hakkında bu söylediklerimden başka şey bilmiyordum yakın zamana kadar.

Şimdi Yourcenar’ın toplamda elli yılı bulan araştırmasının sonucunda yazdıklarını okumam sırasında bulduğum işaretleri, teker teker takip etmek isteyecek kadar meraklı hale geldim. Hadrianus’un Anıları’ndan sonra. İtalya’da, İspanya’da, Yunanistan’da, Mısır’da, Türkiye’de, Kudüs’te,  Almanya’da,  İngiltere’de, daha birçok yerde  ikinci yüzyıldan beri ayakta durabilmiş izleri olan bir adamı yazmakla ne güzel bir iş yapmış Yourcenar.

Şöyle diyor :

"Yazdığı her şeyi bilge diye nitelendireceğimiz bir adamın portresini durmadan çizmek tutkusuna kapıldım. "

Hadrianus’un Tivoli’deki villasının olduğu yere Yourcenar’ın adının verilmiş olması da ziyaretimden öncesine kadar bilmiyordum, yolgöstericimin de izlerini bulmak çok güzel oldu.

‘Augustus’un Pantheonu’na tepesinden günün çarkını içine alan hem açık-hem kapalı  mükemmel kubbeyi tarifini, Yahudilerle Helenlerin birbirlerini anlamak istemeyişlerine çözüm bulma arayışlarını, ilahi dinler ve mezhepleri hakkındaki tespitlerini Hadrianus’un dilinden okudukça, bu titiz ayıklamaların teyitlerini kaynaklarda gördükçe kitap hiç bitmesin istedim.

Birkaç gün önce Castel sant’Angelo’ya – Hadrian’ın yaşarken kendine ve yakınlarına gelecek yüzyıllarda dinlenecekleri yer olsun diye yaptırdığı anıtmezara – üç kişi gittik. O kadar uzun zaman geçirmişim ki içinde, diğerleri dayanamayıp çıktılar, beni Pons Aelius’ta beklediler. İçindeki altından yapılmış bir prense benzettiği zevkli Lucius’un küllerini, Hristiyanlıkla beraber kale, mesken ve hapishane oluşunu, Suriye’de yakaladığını söylediği farkedişten sonraki ölüm üzerine düşündükleri ve bu anıtmezarı yaptırmaya karar verişini düşündüm. Gördüğüm izler, önceden karşılaşsam bana bu kadar güzel görünmeyecekti büyük ihtimalle.

Trajan Column; Trajan’ın mezarı olduğu için değil, onun  karısı ve Hadrianus’un en sevdiği dostu olan Plotina orada olduğu için önemli geldi bana.  Akıl ve ruh olarak başka kimseyi bu kadar yakın duymayan Hadrianus, onun için şöyle diyordu kitapta:

"İyi eğitilmiş bir kulak bile aramızdaki gizli uyumun tonlarını yakalayamazdı. Kolay olandan nefret ettiği için temizdi. Dostluk tüm benliğini verdiği bir seçimdi; benim yalnız aşık olduklarıma verdiğim gibi kendisini bir dosta tümüyle adıyordu."

Bütün bir kitap aslında imparatorun seçtiği halefe yazdığı bir mektup şeklinde. Onu neden seçtiği, onda ne gördüğü, neden babadan oğula geçen yönetimler yerine iktidarın ona yaraşan kişiye verilmesine inandığını anlatıyor:

Yaşlılık ve ölüm yaklaştıkça, görkemlerini bu saygınlığa eklemeye başlarlar; insanlar saygıyla yolumda çekiliyorlar; bir zamanlar yapmış oldukları gibi beni artık dingin ve sıkı tekdüzen tanrısı Mars Oradivus ya da tanrılardan esinlenmiş ağırbaşlı Numa ile karşılaştırıyorlar. İnsan dostluğunun huzurlu keyifleri benim için yok artık; insanlar beni artık sevmeyecek kadar beğeniyor ve saygı duyuyorlar.

Kendimi bir başkasına miras bırakmaya özel bir ilgi duymuyorum. Aslında, insanın gerçek sürekliliği kanla belirlenemez; İskender’in dolaysız vârisi bir Asya kalesinde Persli prenslerden doğan bebek değil, Caesar’dır; çocuksuz ölen Epaminondas, çocuk yapmak yerine zaferler kazandığını söyleyerek övündüğü zaman haklıydı. Tarihte yeri olan insanların pek çoğunun sıradan ya da daha beter çocukları olmuştur; kendi içlerinde bir soyun tüm kaynaklarını tüketiyor gibidirler.

Bir babanın sevgisi, her zaman bir yöneticinin çıkarlarıyla çelişkilidir. Aksi takdirde, imparatorluğu, gelecekteki prens için en kötü okul olan, prenslik eğitimin etkisi altında ezilir gider. Neyse ki, bizim devletimiz, imparatorun yerini alacak insan için bir kural getirebilmiş, evlat edinme kuralını biçimlendirmiştir; bu konuda Roma’nın bilgeliğini görebiliyorum. Seçim yapmanın tehlikelerini ve yanlışlık olasılıklarını da görebiliyorum; ana ve baba sevgisinin insanları kör eden tek suç olmadığını da biliyorum; aklın egemen olduğu ya da hiç olmazsa rol oynadığı her karar, benim için her zaman, şans ve düşüncesizliğin belli belirsiz isteklerinden üstündür.


Marcus; saf yüreklilerin yakalandıkları eş ya da erkek evlat tuzaklarına mı düşeceksin; yoksa yaş, hastalık, yorgunluk ya da her şeyin boş olduğunu ve onun için de erdemlerin de boş olduğunu söyleyen düş kırıklığı tuzağına mı? Çocuksu içten yüzünün yerinde yaşlı bir adamın görüntüsünü düşünebiliyorum.

Bu onurları küçümsemeyle kabul ettin; rütben saray hayatını zorunlu kılıyor; sonuna kadar hayat kapsamıma giren tüm zevkleri topladığım bu yer, Tivoli, senin körpe erdemlerini rahatsız ediyor. Ciddi ciddi dolaşırken sen, güller kaplı patikaların çekiciliğine kapılmanı seyredip gülümsüyorum; Veronica ile Theodoros arasında tatlı tatlı tereddüt ediyorsun, sonra ansızın ağırbaşlılık ve sadelik uğruna ikisinden de vazgeçiyorsun."


***


Kitaptan ve oradan yola çıkarak bulduklarımdan sonra; birilerinin gerçekten burada diyeceklerimi okuyacağını bilsem, kendi kısır anlatımımla her Hadrian büstünü, Capitoline Müzesi’nin her salonunu iştahla anlatabilirim. Hadrianus’un arkasından çok gözyaşı döktüğü sevgilisi Antinous’tan ve ölümünden bilerek hiç bahsetmedim. Her ne kadar burada kendime notlar alıyor durumunda olmam etiketli tasnifler gerektirmiyor olsa da, onunla ilgili notları ayırıp bir başka başlıkta toplamak istedim. Bu ilk olanda asıl istediğim, Hadrianus’un dilinden  ‘Yourcenar’ın Hadrianusu’nu okumayı ve ikinci yüzyılı övmek:

Kitaplarımızın tümü yok olmayacak, heykellerimizin de; kırılsalar da onarılacaklar; kubbelerimizden ve alınlıklarımızdan başka kubbeler ve alınlıklar yükselecek; birkaç insan daha bizim düşündüğümüz gibi düşünecek, çalışacak ve duyacak; yüzyıllar arasında düzensiz olarak serpiştirilmiş ve arada sırada rastlanan bu tür ölümsüzlüğe güveniyorum. Sonsuz Roma’nın değişikliklerini sükunetle kabul ediyorum.

 

 

 

Banu Pluie Posted in BibliyAtopya, CurnalAtopya, Mimento Mono, PlAtopya, Quanta | No Comments »




Hadrianus’un Anıları – Antinous


Geçmiş bir zamanı, elinde olanlarla yeniden bir araya getirme işinde, bunu üstlenenin kattığı kurguya gereken kıymeti vermek gerekir. Bazıları, yazarın bunların yüzde yüz gerçek olduğu iddiasında bulunduğu yanılgısına kapılırlar. Oysa gerçekte yaşamış birinden de bahsediliyor olsa; karakter yeniden anlatılırken biraz da başka biri olacaktır. Burada ikinci bir başlıkta aldığım notlar Yourcenar’ın yazdıktan sonra “O günden daha heyecanlı bir gün, o geceden daha aydınlık bir gece anımsayamıyorum.” dediği bölümler hakında aklımda kalanlar ve yeni Hadrianus hakkında.

Dünyanın güzelliğini korumak ve çoğaltmakla kendini sorumlu tutan, insanda ilahi duyguyu uyandırmak için elinden geleni yapan bir imparator Hadrianus. İnce ve kurnaz olamayanların güçsüzlük diyecekleri nezaketinin, gücünün parlatılmış kını olduğunu düşünüyor. İstenilen düzeyde bir şeyler öğretilemeyecek halde ancak birkaç kişinin var olabileceğine, en bilgisizde bile bilinmeyen bir pırıltı olabileceğine inanıyor. Güçlü olmaktansa özgür olmaya önem veriyor. Doyumdan çok aşka kıymet verenin üstünlüğüne inanıyor:

“Aşk konusunda bu tür görüşler insanı gönül çelmeyi meslek edinmeye sürükleyebilir. Büyük bir deha istemeyen böylesine bir meslek benim kişiliğime uymayan dikkat ve stratejiler gerektirir. Kurulan tuzaklar hep aynıdır. Bir sevgiliden ötekine atlamak için iyi bir kandırıcılık tekniği benim için uygun olmayan bir kolaylık ve aldırmazlık gerektirir; bir insanın sevgilisine doymasının olanak dışı olduğunu düşünürüm. Sayı arttıkça sevginin getirdiği zenginliği kesin olarak değerlendirmek, değiştiğini görmek, eksildiğini ya da eksilmediğini izlemek olanak dışıdır.”

Hadrianus ve karısı Sabina birbirlerini gerçekten hiç sevmediler mi bilemeyiz. Hayatındaki kadınların ona kendi dünyalarından açtığı kısmının dar kapılar arasına sıkışmış olduğuna, kendi hayatının da onlarınkine eş düzeyde gizemli olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını da tam olarak bilemeyiz. Kadınca ya da erkekçe düşünmekle övünenlerin, insan olmanın bilincinde olmadıklarını düşündüğünden ve cinsiyet rollerini bırakın, iyi zamanlarda insan olmanın da ötesine ulaşılabileceğine inanıyor. Hayatındaki kadınlarda da bunu arıyor. Süssüz ve yalın olan insan yaratığını görmek istiyor, yakalayamıyor. Oyuncunun sahneye girme anını perde arkasından kollayışı gibi bekliyor; bir iç mırıldanması, bir ani öfke ya da kahkaha, kadınca görünmek zorunda olduklarını düşünmeden yaptıkları herhangi bir şeyleri yakalayabilmek için. Onun orada olduğunu farkettikleri anda doğal olanı bilerek öldürdüklerini düşünüyor. Bir kişi hariç:

“Tanıdığım diğer kadınlardan hem daha ince hem daha sertti; yumuşak ama daha katıydı; ince bedeni bir kamış gibi yuvarlanmıştı. İnsan saçı, bedenin o ipek ve dalgalı parçası her zaman içimi ısıtmıştır ama bizim kadınlarımızın saçları kuleler, labirentler, gemiler, engerek yılanı yuvasıydılar. Onun saçı ise sevdiğim gibi yalındı; üzüm salkımı ya da kuşun açık kanatlarıydı. Yanımda yatarak küçük gururlu kafasını kafama dayar, o akıl almaz dürüstlüğüyle aşklarından söz ederdi. Severken gösterdiği yoğunluk ve tarafsızlığı, zevkten aldığı doğru tadı beğeniyordum. Sayısını aklında tutamadığı düzinelerce aşığı olduğunu biliyordum: Ben, bağlılık beklemeyen geçici birisiydim.”

Yukarıda ayırdığım notlar bu genç kadın hakkında değil. İmparatoriçe Sabina hakkında da değil. Günümüze yüzlü yıllardan kalan heykellerinden bildiğimiz; bir devlet adamı, bir düşünür değil de sadece çok sevilmiş bir insan olduğu için özgünlüğüyle ayrılan biri: Antinous.

Hadrianus, Lykophoroun’un zor bir eserini çalıştıkları sırada tesadüfle karşılaşıyor onunla. Sonradan bu günün, hayatını yalınlaştıran ve aynı zamanda zenginleştiren bir serüvenin başlangıcı olduğunu söylüyor. Bolulu Antinous’u şöyle anlatıyor:

“Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her türlü erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ( sonradan oluşan) ani kuşkularım sabır ve ağırbaşlılıkla onaylanıyordu.”

Antinous, Nil kıyısında, daha yirmi yaşındayken canına kıyıyor. Hadrianus Roma’nın önyargıları, eleştirileri, aşk yerine doyuma düşkün anlayışına aldırmayarak çok uzun süre yas tutuyor.

Onun ölüme çoktandır karar vermiş olduğunu geriye doğru düşündükçe farkediyor. Antinous’un yapılmış heykellerini tarih sırasına koyulduğunda yüzünün zamanla acıklı bir hal alışının ustaların gözünden kaçmamış olduğu görüyor.

“Yaşlanmaya başladığımı duyar duymaz, çökmeye başladığımı hisseder hissetmez, hatta daha da önce öleceğine söz vermiş olmalıydı kendi kendine. Şimdi düşünüyorum da, birçoğumuzun kendi kendimize vermiş olduğumuz ama sonradan tutmadığımız o söz, onun için daha gerilere, Nikomedeia’da kaynağın başındaki karşılaşmaya kadar gidiyordu. Üşengeçliğini, zevkteki hırsını, hüznünü, mutsuzluğunu, her türlü geleceğe karşı tümden umursamazlığını açıklıyordu bu. Ancak bu ayrılışın bir başkaldırı, ya da kendini acındırma olmaması gerekiyordu. Casius Dağı’ndaki yıldırım ona bir yol gösterici olmuştu; ölüm son bir armağan, son bir yardım biçimi ve yapılacak son şey olabilirdi.”

“Çok derinden incinmiş bir yaratık, bağlılığın kanıtını suratıma çarpmıştı; her şeyi yitireceğinden korkan oğlan, beni kendisine sonsuza kadar bağlayacak yolu bulmuştu.”

İnsanın hayattan kendi isteğiyle ayrılmasını hiçbir zaman yanlış bulmamış olan imparator, onun ölümünden sonra da seçtiği bu gidişi bir baş yapıt olarak görüyor. Bu istemediği sonda kendisine suçlar bulmaya devam ederse, onun hayattan ayrılışıyla ortaya koyduğu esere haksızlık etmiş, elleriyle biçimlendirebileceği bir heykel boyutuna indirgemiş olacağına inanıyor. Onun ölümünün onurunu kendisinden almaya hakkı olmadığına karar veriyor. Nil’deki intiharından sonra onun adına , anıtı olacak yere bir şehir kurduruyor (Antinopolis):

“Ona yeniden hayat vermeksizin ve yine ölümüne bir şey eklemeksizin, bir zamanlar var olduğu gerçeğini değiştirmeksizin, zamanın karanlık rahminde henüz doğmamış yüzyılların binlercesi gelip geçecek mezarının üstünden.”

Mısır’a tanrı olacak heykeli için şöyle diyor:

“En duygusuz anlarda bile bu genç varlığın ilahiliğinden kuşku duymamıştım. Yunanistan ve Asya benim gibi ona tapacak, oyunlar oynanacak, danslar edilecek, ayakların dinsel armağanlar sunulacaktı. Ölümün acısına tanık olan Mısır, kendine düşen görevi yapmış olacaktı.“

Dünyaya bırakılan izle varlığın aynı şeymiş gibi sanılmasını, şöhretin sonsuz sözcüğüyle karıştırılmasını yanlış buluyor imparator. Hiçbir şeyin, onun her şeyden ayrı tuttuğu varlığın artık ölmüş olduğu gerçeğini değiştiremiyor oluşuna üzülüyor. Gülümseyişin, sesin, bakışın gitmesinin kabullenilmesi, bedenden hiç bahsedilmemesine rağmen ruh denen bir şeyin devam ettiğine inanılması ona şüpheli geliyor. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmak kişinin ölümünü göz ardı etmek gibi görünüyor ona. Onun ölümünün yasını kendi ölümüne kadar tutuyor:

“Ceset yerine debdebeli bir tanrıyı görmemi istiyorlardı; oysa o tanrıyı yaratan bendim; kendimce inanıyordum ona; yıldızlar düzeyinde ölüm sonrasının en parlak yazgısı bile onun kısa hayatının yerini dolduramazdı; tanrı bile yitirmiş olduğum canlı varlığın yerini alamamıştı.”

“Son yıllarda, kendi ölümümü düşündüğüm zamanlar, kendisini umursamayan ama geminin yolcuları ve yükü için endişe duyan bir kaptan gibi kendi kendime, acı acı bu anının benimle birlikte batacağını düşünmüşümdür; anlarımın derinliklerinde öylesine titizlikle mumyalanmış olan genç yaratık, ikinci kez yok olmaya zorlanıyor gibiydi. Haklı olan o korku kısmen yatıştı; bu zamansız ölümün karşılığını elimden geldiğince alabildim; bir görüntü, bir yansıma, bir yankı, hiç olmazsa, birkaç yüzyıl hayatını sürdürecek. Sonsuzluğa daha fazla şey yapılamaz.”

“Ölümü düşünmek insan nasıl öleceğini öğretmez; ayrılışı da kolaylaştırmaz ama benim aradığım artık kolaylık değil. Sevgili oğlan, öylesine istekli, öylesine arpacı kumrusu gibi, kurban edilmen benim hayatımı değil ama ölümümü zenginleştirdi. Ölümün yaklaşması ikimizin arasında bir tür ortaklığı yeniden kuruyor; çevremdeki canlı yaratıklar, bana bağlı, zaman zaman da sıkıcı uşaklar, artık dünyanın ikimizi ne denli az ilgilendirdiğini hiçbir zaman bilemeyecekler.”

Banu Pluie Posted in Apokalipya, BibliyAtopya, CurnalAtopya, Mimento Mono, PlAtopya, Quanta | No Comments »




Keşke herkes biraz daha sâde..


Savaşta yendikleri ülkelerin tanrılarını sinirlendirmemek için onları kendi tanrıları arasına katan Hititler gibisiniz benim için. Kendi kendinizi kalabalığa boğmuşsunuz.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, Mimento Mono, PlAtopya | No Comments »




From Moses to Moses there was no other Moses (*)


Musa ibn Meymun (Mōšệ ben Mạymôn, Maimonides) hakkında önceden tek bildiğim şey şu(*) cümlede bahsedilen diğer Musa ve din felsefesi çalışmış en önemli yahudi bilim adamlarından olduğu, “Yahudiliğin Amentüsü” denen on üç öğretisiydi. Sonradan hayatı, sağlıklı yaşam üzerine yazdığı eseri(**), Makale fi Sinaati’l Mantık (Mantık Terminolojisi Üzerine İnceleme) kitabı, islam kelâm geleneğindeki varlık anlayışına karşı yazdığı reddiye, tanrı kavramı üzerine olan düşüncelerinde takip ettiği selbî teoloji, tanrının varlığı ve cismi olup olmadığına dair yorumları, vahiy hakkındaki görüşleri, Aristo Felsefesi ve musevîlik benzerliklerine dair yazdığı metinler olmuştu.

Kurtuba(Córdoba)’da Roma Köprüsü’nün ucundaki Calahorra Müzesi’nde sesli rehber cihazında duyduklarımdan, rastladığım hakkında başkaları tarafından yazılmış İbranice, Latince, İspanyolca ve Arapça el yazılarından, Sinagog’a yürürken dar bir sokakta heykeliyle karşılaşmaktan ve Sefarad Evi‘ne ziyaret sırasında sorulan soruları ilgiyle dinleyip cevap veren görevlilerden sonra öncekinden daha fazla merak etmeye başladım.

Çalan ilâhi gibi bir müziği dinleyerek dolaşılabilen Sefarad Evi‘nde İbn Meymun’un odası, yazdıklarından örnekler vardı. Avluya açılan odalardan birine Women of Andalus adını vermişler. Bu odadaki tablolardaki yahudi ve müslüman bilim ve sanat çalışmış kadınların hayatlarından uzun uzun bahsetmek gerek (***)- çok ilham vericiydi. Avlunun bir duvarındaki Hamse(Beş) standı da ilginçti. İslam kültüründe “Fatıma Eli” diye bilinen figürün yahudi kültüründe de “Abla Meryem’in Eli (Sister of Moshe Rabenu)” diye bilindiği ve Tevrat’ın beş kitabını temsil ettiğini anlatan açıklamalar vardı.

Bu ziyaret sonrası artan İbn Meymun merakım sebebinden şu kitabı da okumaya başladım: Maimonides in His World: Portrait of a Mediterranean Thinker – Sarah Stroumsa. Başka kitaplarda var listemde elbette (****).

İbn Meymun’un diğer eserleri ise Mişna Tora (Tevrat’a Yeniden Bakış), Kitabü’s – Sirac, Delaletü’l – Hairin (Şaşırmışların Kılavuzu – Doctor Perplexorum – More Nevuhim ), Mişna( Şeriat), Sefer ha-mitsvot (Kurallar Kitabı), Hilhot ha-Yeruşalmi (Kudüs Kanunları), Maamar Kidduş ha Şem ya da İggeret ha – Şemad (Dinden Dönme Üzerine Mektup).

Kurtuba’dan sonra Fas, Mısır ve Küdüs’te yaşayan İbn Meymun’un mezarı Filistin’de Taberiye’de ve dinî bir ziyaret merkezi durumunda.

* Musa’dan Musa’ya başka Musa zuhur etmemiştir (From Moses to Moses there was no other Moses- Mi’Moshe ad Moshe lo kam ke’Mosh) [ Tesniye, XXXIV, 10 ].

** Kitab Tedbir el-Sıhhat

*** Lubna, Fatıma bint Mutanna, Wallada The Omayyad, Hafsa El Rakuniyya, Labrat

**** Diğer Kitaplar:
1. Maimonides’ Ethics: The Encounter of Philosophic and Religious Morality – By Raymond L. Weiss
2. İbn Meymun Felsefesinde Tanrı – Atilla Arkan
3. Maimonides: A Biography – Abraham Joshua Heschel
4.Maimonides – Sherwin B. Nuland
5.Maimonides – By T. M. Rudavsky
6.Moses Maimonides: The Man and His Works
7.Maimonides and His Heritage – By Idit Dobbs-Weinstein
8.Maimonides’ Guide for the Perplexed: Silence and Salvation – By Donald McCallum
9.The Feminist Encyclopedia of Spanish Literature ( Woman of Andalaus tablolarından sonra listeye girdi)

Banu Pluie Posted in Apokalipya, BibliyAtopya, CurnalAtopya, Mimento Mono, PlAtopya, Quanta | From Moses to Moses there was no other Moses (*) için yorumlar kapalı




lâ bi-şart (*)


Neden Atopya? Neden Şemsiye?


Bazen çizilmiş sınırlar içinde çoktan vâdesini doldurmuş bir uygarlığın varlığını zorla sürdürmeye çalıştığımızı, bunu da sırf gelenek devinin tüylerine tutunmuş sarhoş edici râyihalar salan  pirelerinin oyuncağı olarak yaptığımızı düşünüyorum. Vâdesini çoktan doldurmuş, aslında olmayan bir  medeniyetin zincirinde kendi kendimizi  eskittiğimiz hissine kapılıyorum. Mâhiyet ve vücut (1) sarmalının anlamını yitirmiş  ahlâk bozucu damgasını yemiş yasak heykellere döndüğünü düşünüyorum. İşte bu  tam olarak bir döngünün bitimi sahnesidir. Her sona doğru yıkıcı ya da çözücü bir güç sözkonusudur ve benim gözümde kaplanın sırtına (2) binecek olanlar tam bu alanlarda seçilir.

* Doğduğu zaman ve mekânın etkisinden  (Yüce episteme de hiddetlenirse hiddetlensin) sıradan insan deneyim düzlemini aşan, farkındalığıyla çıkan
* Ölgün olanın tortusuna karşı bilinçli bir yer değiştirmeye cesâret bulan
* Pire râyihası sarhoşlarının hiçlik dediğine mekâna evrilecek boşluk diye bakanlar için Atopya kelimesi ,

Sınırlarına dâir hiç bir beyânda bulunulmamış, doğum anı ve yeri bilinçli şekilde gözardı edilmiş  bir şemsiye altındalıktır. Olmayan bir yer değil; adım attıkça,  farkında oldukça, gereksiz tafsilâtla sınırlandırmadıkça bizim hâline getirdiğimiz her yer demektir.

Mekânı ontolojinin nesnel dünyası olarak tanımlarsak; her adım attığında yeni bir boşluğu korunağa evirebilen, nereye yürüyorsa sınırlarını da oraya çizebilen için anlamlı bir kavram olabilir.

Bu yüzden Zamanda Bağımsız Denklem’in Atopya’sında  sınır sabit değil değişkendir.


(1) Essentia – Existentia

(2) Julious Evola – Calvacare La Tigre

(*) La bi-Şart : Sınırlanmamış olarak


Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya | 5 Comments »




Prendre À La Lettre


chess

Yüzlerce oyun uydursam, defalarca hata yapsam, onlarca adam öldürsem, bin kere düşsem değişir mi benim ben, senin sen olman? Ya da bunca hikayenin arasında gerçekte ne söylemeye çalışıyor olduğum?

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya, Mimento Mono, PlAtopya, Quanta | Prendre À La Lettre için yorumlar kapalı




Nous Sommes Tout Oreilles


.

Arve Henriksen-Strjon

.

Leaf and Rock

.

Banu Pluie Posted in Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya, KreAtopya, Mimento Mono | Nous Sommes Tout Oreilles için yorumlar kapalı




Variazione di un Tango


Hiç değişmeyeceğini bildiğimiz tatlı gerçeğimize inandığımız için geriye kalan her şey  -üzüntü verici ve çoğunluğun itinayla uyduğu, kimin uydurduğu bilinmez  kurallar da dâhil buna-  bütünüyle yalan olduğundan değil de bu çekirdek diyebileceğimiz merkezdeki gerçeğin yanında bizim için hükmü kalmadığından yalan sınıfına giriyor.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya | Variazione di un Tango için yorumlar kapalı




Sicilya Konuşmaları


Read the rest of this entry »

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, BibliyAtopya, CurnalAtopya, Mimento Mono | Sicilya Konuşmaları için yorumlar kapalı




Fransızca dünyanın en güzel…


Evren üstün, özgün ve içimize sinmiş olanları yıpratmaya, bezdirmeye, bozmaya, vazgeçirmeye yönelik çalışır. Tam yakaladığımız hazzı somutlaştıracağımız  sırada ya bir zil çalar, ya üst komşu tamirata başlar ya da o anda öyle sığ bir kaç insan geçiverir ki önümüzden, gönlümüz geçer. Vazgeçip daha giyinip kuşanmamış olanın gizli kalmasını tercih eder, aynı şarkıyı on kere daha dinleyerek üstüne toprak serperiz.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya, Musica | Fransızca dünyanın en güzel… için yorumlar kapalı




Nelly, I am Heathcliff!


“I said his heaven would be only half alive; and he said mine would be drunk.”


Ölçüsüz bir şiddetten bahsedeceğiz. Pişmanlıktan fersah fersah uzak, acımasız, çocukluk saflığından türediği için katıksız, kendi kendini yenileyen bir kötülük.

Kahraman karşısında ısrarla durduğu şeyi iyilik diye tanımlamayacak. Çünkü onunla savaşıyor olacak. Çocukluk saflığındaki açık bilinci korumak istediğinden karşı çıkmaya başlamış, yetişkinliğe adanmışlığa ve akıl diye sunulan yol yüzünden çocukken kolayca tecrit edebildiği kümelerin birbirine -suya düşmüş mürekkep damlaları gibi- karıştırılmasına karşı çıkmakla başlamış olacak. Koşulları yalın olan çocukluk dünyasını elinden aldıkları için, çocukluk krallığını yıkan yetişkin hayata ve onun yıkımlarına baş kaldırışı ve toplumsal ahlaka karşı durmak isteğiyle başlayan küçük bir zerrenin büyüyüvermesini seyredeceğiz: Heathcliff’i dinleyeceğiz.

Onun kötülüğünü erdemsizliğe eş koşmaya kalkarsak yarı yolda kalırız. O yüzden Heathcliff‘ten başladım anla(t)maya.

Diğeri, yasaklandığı için kutsal sayılan meşhur alanlardan birinde yetiştirilmiş dindar, ama klasik romanlardaki gibi ahlak abideliğine soyundurulmamış bir kadın, Catherine.

Ama yine yüksek ahlak noktasına ait bir karakter. Yasaklı alanın kutsallaştırılması ve uzaklaştırılması, seyredilmesiyle yüceltilmesi onun sonudur ve elbette bir alanın en yüksek noktasına ait olmak onu ihlale de en yakın olmaktır.

Bu iki karakterin gözlerimizin içine baka baka ölmesini seyretmek için okuyacağız.

Okuyacağız diyorum, Kötülük bahsinin Kıskanmak‘la tekrar gündeme gelmiş olması sonrası Örik’e haketmediği bir kahramanlık ödülü alelacele tutuşturulmasın diye.

Emily Brontë okuyacağız. Uyumlu, fedakar, sessizliğiyle ve yumuşaklığıyla tanınmış bir kızın sekînetini edebiyatla bozuşunu ve kötülüğün şiddetini nasıl böyle sakince anlatabildiğini şaşırarak seyredeceğiz.

Daha otuzuna gelip veremden ölmeden önce Yorkshire fundalıklarından  çıkmadan, protestan cenderenin içindeliğine rağmen kötülüğü nasıl tasvir etti, dönem eserlerindekilerden milyon kere gerçek bir kadını (Catherine’i), dönem karakterlerinden  milyon kat daha hayalden bir adamı (Heathcliff’i) bir araya getirdi diye okuyacağız. Örik’in sadece dille yapabildiğini o hayalgücüyle, hayatı neredeyse hiç tanımadan böyle derin nasıl yaptı, kocaman kara bir şemsiyeyi yüzyılının iğretiliğine karşı çekinmeden nasıl gerdi diye.

Kitabın anlatımını sıkıcı bulmama rağmen bunu uzun uzun açıklamaya gerek duymadım, söylenmek istenenin, yöntemin ve dayanakların sağlamlığı yanında bahsi edilmeyecek kadar küçük kalıyor.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, BibliyAtopya, CurnalAtopya | No Comments »




“İki Dirhem Bir Çekirdek”le Bir Dolap İki Çevirme


Taht-ı Revan

Konak dolapları (1) sadece tas tas yemek yerleştirip diğer yana çevirmek için yapılmış olmamalı. Bulgurlu’ya gelin taşıyan atlar da hiç heyecanlı değildi kesin (2).

Şimdi ben gönlümden geçen bulutları çizsem de koysam dolap rafına; haremlikten selamlığa çevirsem sana, aç kalıp ölmezsin ya.

Bilirsin, bildiğini bildirmezsin olur biter.

Hem her hüküm vericinin tepesinde bir kılıç (3) düştü düşecek bekler durur da saltanatı işkenceye çevirir ya, biz bu tehlikelerden bin arpa boyu uzağız. Abasını dolabı geçenler yakar (4), kılıç dolabı aşanın boynunu öper.

Dolaplar çevirmedim, dolabı sana çevirdim.

Sen Bağdat’sın ben Bağdat’ım, dolapsa Ane Geçidi (5).

(1) Haremlikten selamlığa eski evlerde yemek göndermek için raflı dolaplar bulunurdu.

(2) Bulgurlu’nun, zamanında öyle gözde bir yer olduğu anlatılıyor ki; oraya gelin vermenin masallardan masal doğurmak gibi olduğunu, arabacısından atına herkes görevini kutsal bildiğini söylerler.

(3) Demokles’e Kral Diyonisos bir günlük tahtını bıraktı ve tahtın üstüne bir at kılına bağladığı kılıcı yerleştirtti. Hükmetmenin sanıldığı kadar rahat olmadığını, bunun her an “kılıç başa düştü düşecek” endişesini taşımaya eş olduğunu göstermek istedi. Bu deyim, büyük görevlerin sıkıntı ve tehlikeyi de barındırdığını anlatmak için kullanılır.

(4) Dervişler soğuk mevsimde tasarruf olsun diye abalarını giyinip dergah avlusundaki ateşte ısınarken, dalgınlıktan ya da şevkten içlerinen abasını ateşe kaptıranların sayısının hiç de az olmadığı söylenir.

(5) “Ana gibi yâr Bağdat gibi diyâr olmaz” sözünün aslı “Ane gibi yar (sarp uçurum),  Bağdat gibi diyâr olmaz”dır.  Ane Bağdat’a yakın bir geçittir.

Banu Pluie Posted in Bâd-ı Hevâ, BibliyAtopya, KreAtopya, PlAtopya | “İki Dirhem Bir Çekirdek”le Bir Dolap İki Çevirme için yorumlar kapalı




It Makes My Flesh Creep


Ben insanoğlunun kaçınılmaz olarak kendine karşı olduğuna inanıyorum.

İnsanlar tanrıya inanmayıp safça birbirlerine inanıp –  tanrılık bahşedip – birbirlerine sonsuz özgürlükleri olduğunu bilmeden söylerler ve sonra  o tanrı yaptıklarının hükümranlığına hayret ederler.

O kafesinden kendi çıkmadı ki? Sen yarattın. İçinde olduğun kıvrandıran cehennemi ellerinle, özenerek kurdun.

Tanrı dediğin özgürlüğün sahibi. Onunsun artık. Sok sokabilirsen  kafese geri.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, Bâd-ı Hevâ, CurnalAtopya | It Makes My Flesh Creep için yorumlar kapalı




Üzgünüz, akbabaları almıyoruz


Son günlerimde bir gün geçmişime bakıp – belki bu kadar yaşlanmış da olmam hem, uzakta olması gerekmiyor bu günün-  “Ben cenneti görmüştüm” derim. “O da görmüş müydü?” diye kendi kendime sorarım da belki.

Bunu ona asla sormayacağımdan cevabı hiç bir zaman bilemem.

Ama  o varken bana dünyada cennet var , biliyorum. Bunu çok iyi biliyorum.

Banu Pluie Posted in Apokalipya, CurnalAtopya | Üzgünüz, akbabaları almıyoruz için yorumlar kapalı