lâ bi-şart (*)
Neden Atopya? Neden Şemsiye?
Bazen çizilmiş sınırlar içinde çoktan vâdesini doldurmuş bir uygarlığın varlığını zorla sürdürmeye çalıştığımızı, bunu da sırf gelenek devinin tüylerine tutunmuş sarhoş edici râyihalar salan pirelerinin oyuncağı olarak yaptığımızı düşünüyorum. Vâdesini çoktan doldurmuş, aslında olmayan bir medeniyetin zincirinde kendi kendimizi eskittiğimiz hissine kapılıyorum. Mâhiyet ve vücut (1) sarmalının anlamını yitirmiş ahlâk bozucu damgasını yemiş yasak heykellere döndüğünü düşünüyorum. İşte bu tam olarak bir döngünün bitimi sahnesidir. Her sona doğru yıkıcı ya da çözücü bir güç sözkonusudur ve benim gözümde kaplanın sırtına (2) binecek olanlar tam bu alanlarda seçilir.
* Doğduğu zaman ve mekânın etkisinden (Yüce episteme de hiddetlenirse hiddetlensin) sıradan insan deneyim düzlemini aşan, farkındalığıyla çıkan
* Ölgün olanın tortusuna karşı bilinçli bir yer değiştirmeye cesâret bulan
* Pire râyihası sarhoşlarının hiçlik dediğine mekâna evrilecek boşluk diye bakanlar için Atopya kelimesi ,
Sınırlarına dâir hiç bir beyânda bulunulmamış, doğum anı ve yeri bilinçli şekilde gözardı edilmiş bir şemsiye altındalıktır. Olmayan bir yer değil; adım attıkça, farkında oldukça, gereksiz tafsilâtla sınırlandırmadıkça bizim hâline getirdiğimiz her yer demektir.
Mekânı ontolojinin nesnel dünyası olarak tanımlarsak; her adım attığında yeni bir boşluğu korunağa evirebilen, nereye yürüyorsa sınırlarını da oraya çizebilen için anlamlı bir kavram olabilir.
Bu yüzden Zamanda Bağımsız Denklem’in Atopya’sında sınır sabit değil değişkendir.
(1) Essentia – Existentia
(2) Julious Evola – Calvacare La Tigre
(*) La bi-Şart : Sınırlanmamış olarak
Ilginc bir yazma uslubu bu. Devam…
Evet, devam… Kesinlikle… Kesintisiz, olabildiğince…
zaten tum ”…topya”lar sinirsiz degil mi (lanet olasi shu rus klavyesinde soru isharetini bulamiyorum).
bu arada ’tilki h’kayesiyle’, sadece ”tilkinin donum dolashtigi yer” anlaminda bir ata sozune gonderme bulunmak istemishtim. yoksa, bir allame pozu degildir benimkisi.
Zaten olsa ne yazar:)
iç dökme gibi olsun,,,
tarihin ya da ideolojinin ya da bir şeylerin, topyekun batı uygarlığının sonu mu,,, tam da milenyum diyerek kutsayarak girmiştik halbuki,,,
şöyle bir geriye bakıyorum, dedemin geleneğe ait kuşağı, babamın moderne ait kuşağı ve benim post-moderne ait kuşağım,,,
ve sanki her biri bir diğerine karşıt olarak, onu düşman eyleyerek bulunulan kuşaklar, ve ötesi; şimdilik yok, ortada dolanan bir z kuşağı var, önceki sonlardan daha vahim bir sonu adımlayan bir kuşak, dünyanın, insanlığın sonu,,,
ve ellerinden gelen, boş (bir türlü layıkıyla doldurulamayan) yıkıcı, çözücü ama daha cuk haliyle ‘parçalanmış’ bir hayatta, vakit öldürmek,,,
elimden gelen, şu ünlü ikilik dünyasında, o tarafa değil de, bu tarafa yaklaştıracak şey, düzgün bir arkeoloji çalışması olabilir (ama workshop olmasın, herkes yüzeyde yüzüyor zaten) (etkinlik de olmasın, hayat kuru ya da ıslak bir etkinlik değildir), neyse,,,
şunu demek isterim, tüm bu deneyimlerimizden çıkacak sonuç şudur belki de, kardeşliği (dostluk ve aşk) gelenekten almalıyız, eşitliği modernlikten, ve özgürlüğü post-modernlikden, birini diğerine karşıt etmeden,,,
sınırlarımız dışarı doğru genişler umarım, içeri doğru değil.
”el halvete fi el celvete vel uzlete fi el hıltetü.”
mahir iz, urefa-yı meşayihin kabul ettiği düstur olarak bahsediyor, halvet ve uzlet en veciz böyle ifade edilir diyor.
nedir, yazınızda bahsettiğinize yakın.